Elbisenin kalın eteğinde parmaklarını gezdirdi. Kumaşı parmağını okşuyordu adeta. Yanaklarına az miktarda pudra sürdü ve saçlarını düzelttikten sonra küçük aynadan kendisine baktı. Küçük çaplı bir şaşkınlık. Böyle görünebileceğini düşünmemişti. Yüzünü bir bir türlü şekle getirerek aynaya bakmaya devam etti. Tapınakta sergilenen Prenses Sukseon'a ait elbiselerden biriydi. Gerçekten onun elbisesi değildi. Belki de öyleydi. Bunu bilmiyordu. Hiçte sormamıştı. Hoş konuşmasına bile izin vermiyorlardı doğru düzgün. Bu elbiseyi o kadar giymek istemişti ki. ve şimdi. Evet. Giymişti. Kimse görmeden elbiseyi almış giymiş ve şimdi aynada kendisini izliyordu. Tapınakta her zaman beyaz bir elbise giyiyordu. Sadeydi. Hem de fazla sadece. Kendisini hayalet gibi hissediyordu. Tapınağa gelen bir çok turistte öyle hissediyordu çoğu zaman. "MI HO! MI HO!" Korku dolu bir şekilde odanın diğer tarafına baktı. Baş Rahibenin gölgesini seçebiliyordu. Hızla elini ağzına bastırdı ve gözlerini sıkıca kapatıp bekledi. Lütfen. Lütfen. Buraya girmesin. Beni görmesin. Beni yakalamasın. Ama duasına hiç bir karşılık alamadı ve beklediği gibi de gerçekleşmedi olaylar. Sürgülü kapı yavaşça açıldı. "Demek buradasın küçük hanım. Her yerde seni arıyordum. O hırsızın sen olduğundan adım gibi emindim." Baş rahibe hızla yanına geldi ve onu kolundan yakaladığı gibi ayağa kaldıp, sarstı. İnce kolunu öyle sıkıca sarmıştı canı yanıyordu. Dudaklarını ısırdı ve rahibeden uzak durmaya çalıştı ama rahibe kolunu sıkıca tutmaya devam etmekle beraber kızı sarsmaya devam ediyordu. "HANGİ HAKLA BU ELBİSEYİ GİYERSİN!? BU HANEDANLIĞIMIZA HAKARETTİR! HEMEN ÜZERİNDEKİLERİ ÇIKAR! SABAHA KADAR BU GÜNAHININ AFFEDİLMESİ İÇİN DUA EDECEKSİN!" Rahibe kolunu bıraktı ve bir kez daha kızı sarstı. Ayakları eteğe dolanarak yere düştü. Baş rahibenin bağrışlarını duyan diğer rahibeler, rahipler ve çalışanlarda odanın kapısında duruyor ve seslerini çıkarmadan olanı biteni izliyorlardı. Rahibenin kısık bakışları üzerinde dolaştı. Ardından olanı biteni izlemekte olan diğerlerine döndü bakışları. Hepsi adeta fare gibi etrafa dağıldı ve bir süre sonra odanın kapısında kimse kalmadı. Baş rahibe kapıyı kapattı ve yüzüne dönmeden hiddetli sesiyle konuşmaya devam etti. "ELBİSEYİ ÇIKAR! ARDINDAN ALDIĞIN GİBİ YARAŞIR BİR ŞEKİLDE ELBİSEYİ ESKİ YERİNE YERLEŞTİRECEKSİN!" Halen yerdeydi. Saygıyla başını eğdi ve yavaşça ayağa kalktı. Elbiseyi özenle üzerinden çıkardı ve katladı. İnce beyaz elbisesini giydi. Saçlarını açtı ve birkaç kez taradı. Yüzünü temizledi. Elbiseyi ellerini üzerinde tutarak doksan derecelik bir açı ile rahibenin karşısında eğildi ve kadınla beraber odadan çıktı. Etrafta dolaşan, yerleri silen, oturan tüm tapınak kesimi gözlerini kendisine dikmişti. Mahcup bir şekilde dudaklarını aşağı sarkıttı ve başını eğip rahibenin peşinden ilerlemeye devam etti. Sergi odasına geldiklerinde içerisi boştu. Rahibenin bakışlarını üzerinde hissetmeye devam ederek elbiseyi yerine yerleştirdi. "Şimdi dua etmek için göl ucunda ki dua evine git." Başını dahi kaldırmadan bir kez daha eğildi ve hızla odadan çıkıp, taş yolu yürümeye başladı. Yanından geçen rahiplere, rahibelere eğilerek selam verdi. Sabaha kadar dua evinde öylece oturacaktı. Dua edecekti elbet. Ama affedilmek için değil. Buradan kurtulmak için. Tapınağın dışında ki dünyayı hiç görmemişti. Doğduğundan beri -ki tapınakta dünyaya gelmişti- tapınağın dışına adım atmamıştı, atamamamıştı. Bazen dua evinde dua etmek için gelen insanların dualarını, dileklerini dinliyordu ve tapınağın dışını düşünüyordu. Bazıları kendisine Seul'ü anlatıyordu. Ama yaz başından beri tapınağa uğrayanların sayısı azalmıştı. Gelenlerin çoğuda bilmediği bir dilde konuşuyor ve etrafta fotoğraf makineleri dile dolaşıyorlardı. Kurumuş yaprakların üzerinden geçe geçe köprüye geldi ve uzun köprüyü geçerek, tapınaktan bile ayrı tutulan dua evine ilerlemeye devam etti. Küçük bir evdi. Gün boyu tütsüler yanıyordu ve tavandan bir dolu tül iniyordu. Sessizdi. Issızdı. Ama güneş batana kadar korkusuzca idare edebilirdi. Karanlıktan hoşlanmıyordu. Sanki karanlıkta onu yakalamak için çaba sarf eden şeytanlar vardı. Rahibe çocukken kendisine hayaletler, cinler ve insani görünümlü yaratıklar hakkında bir dolu hikaye anlatmıştı. Hepsine inanıyordu. Tüllerin arasından geçti ve bir dolu tütsü ve mumun yandığı sütuna ilerledi. Diz çöktü ve tütsülerden birini alıp, küçük beyaz bir mum yaktı. Tütsünün kokusunu içine çekti ve yerine yerleştirdi. İnce parmaklarını birbirlerine geçirdi ve alnına yaslayarak dua etmeye başladı. "Buradan.. Çıkmak istiyorum. Dünyayı görmek. Birçok insan buraya geliyor ve kolayca gidebiliyor. Ama ben çıkamıyorum. Sadece ormana gidebiliyorum ama orası dünya değil. Tam olarak. Ben... Gökyüzüne uzanan binaları, gürültülü arabaları merak ediyorum. Bir de... Aşık olmak istiyorum. Ama... Dışarıdan gelen. Tapınağa ait olmayan birine. Lütfen. Lütfen. Lütfen." Ve o anda. Köprüde ilerleyen gıcırtılı sesleri duydu. Rahibenin kendisini kontrol etmek için geldiğini düşünüyordu. Ama ses. Tanımadığı bir erkek sesiydi. Gözlerini kısarak omzundan geriye döndü ve hızla ayaklanıp kapıya doğru yaklaştı. Kayarcasına aralığa süzüldü ve gözlerini dışarıya dikti.
3 posters
Ghost In White Dress
Hwang Mi Ho- Jongmyo Tapınağı | Rahibe
- Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 23/03/13
- Post n°1
Ghost In White Dress
Elbisenin kalın eteğinde parmaklarını gezdirdi. Kumaşı parmağını okşuyordu adeta. Yanaklarına az miktarda pudra sürdü ve saçlarını düzelttikten sonra küçük aynadan kendisine baktı. Küçük çaplı bir şaşkınlık. Böyle görünebileceğini düşünmemişti. Yüzünü bir bir türlü şekle getirerek aynaya bakmaya devam etti. Tapınakta sergilenen Prenses Sukseon'a ait elbiselerden biriydi. Gerçekten onun elbisesi değildi. Belki de öyleydi. Bunu bilmiyordu. Hiçte sormamıştı. Hoş konuşmasına bile izin vermiyorlardı doğru düzgün. Bu elbiseyi o kadar giymek istemişti ki. ve şimdi. Evet. Giymişti. Kimse görmeden elbiseyi almış giymiş ve şimdi aynada kendisini izliyordu. Tapınakta her zaman beyaz bir elbise giyiyordu. Sadeydi. Hem de fazla sadece. Kendisini hayalet gibi hissediyordu. Tapınağa gelen bir çok turistte öyle hissediyordu çoğu zaman. "MI HO! MI HO!" Korku dolu bir şekilde odanın diğer tarafına baktı. Baş Rahibenin gölgesini seçebiliyordu. Hızla elini ağzına bastırdı ve gözlerini sıkıca kapatıp bekledi. Lütfen. Lütfen. Buraya girmesin. Beni görmesin. Beni yakalamasın. Ama duasına hiç bir karşılık alamadı ve beklediği gibi de gerçekleşmedi olaylar. Sürgülü kapı yavaşça açıldı. "Demek buradasın küçük hanım. Her yerde seni arıyordum. O hırsızın sen olduğundan adım gibi emindim." Baş rahibe hızla yanına geldi ve onu kolundan yakaladığı gibi ayağa kaldıp, sarstı. İnce kolunu öyle sıkıca sarmıştı canı yanıyordu. Dudaklarını ısırdı ve rahibeden uzak durmaya çalıştı ama rahibe kolunu sıkıca tutmaya devam etmekle beraber kızı sarsmaya devam ediyordu. "HANGİ HAKLA BU ELBİSEYİ GİYERSİN!? BU HANEDANLIĞIMIZA HAKARETTİR! HEMEN ÜZERİNDEKİLERİ ÇIKAR! SABAHA KADAR BU GÜNAHININ AFFEDİLMESİ İÇİN DUA EDECEKSİN!" Rahibe kolunu bıraktı ve bir kez daha kızı sarstı. Ayakları eteğe dolanarak yere düştü. Baş rahibenin bağrışlarını duyan diğer rahibeler, rahipler ve çalışanlarda odanın kapısında duruyor ve seslerini çıkarmadan olanı biteni izliyorlardı. Rahibenin kısık bakışları üzerinde dolaştı. Ardından olanı biteni izlemekte olan diğerlerine döndü bakışları. Hepsi adeta fare gibi etrafa dağıldı ve bir süre sonra odanın kapısında kimse kalmadı. Baş rahibe kapıyı kapattı ve yüzüne dönmeden hiddetli sesiyle konuşmaya devam etti. "ELBİSEYİ ÇIKAR! ARDINDAN ALDIĞIN GİBİ YARAŞIR BİR ŞEKİLDE ELBİSEYİ ESKİ YERİNE YERLEŞTİRECEKSİN!" Halen yerdeydi. Saygıyla başını eğdi ve yavaşça ayağa kalktı. Elbiseyi özenle üzerinden çıkardı ve katladı. İnce beyaz elbisesini giydi. Saçlarını açtı ve birkaç kez taradı. Yüzünü temizledi. Elbiseyi ellerini üzerinde tutarak doksan derecelik bir açı ile rahibenin karşısında eğildi ve kadınla beraber odadan çıktı. Etrafta dolaşan, yerleri silen, oturan tüm tapınak kesimi gözlerini kendisine dikmişti. Mahcup bir şekilde dudaklarını aşağı sarkıttı ve başını eğip rahibenin peşinden ilerlemeye devam etti. Sergi odasına geldiklerinde içerisi boştu. Rahibenin bakışlarını üzerinde hissetmeye devam ederek elbiseyi yerine yerleştirdi. "Şimdi dua etmek için göl ucunda ki dua evine git." Başını dahi kaldırmadan bir kez daha eğildi ve hızla odadan çıkıp, taş yolu yürümeye başladı. Yanından geçen rahiplere, rahibelere eğilerek selam verdi. Sabaha kadar dua evinde öylece oturacaktı. Dua edecekti elbet. Ama affedilmek için değil. Buradan kurtulmak için. Tapınağın dışında ki dünyayı hiç görmemişti. Doğduğundan beri -ki tapınakta dünyaya gelmişti- tapınağın dışına adım atmamıştı, atamamamıştı. Bazen dua evinde dua etmek için gelen insanların dualarını, dileklerini dinliyordu ve tapınağın dışını düşünüyordu. Bazıları kendisine Seul'ü anlatıyordu. Ama yaz başından beri tapınağa uğrayanların sayısı azalmıştı. Gelenlerin çoğuda bilmediği bir dilde konuşuyor ve etrafta fotoğraf makineleri dile dolaşıyorlardı. Kurumuş yaprakların üzerinden geçe geçe köprüye geldi ve uzun köprüyü geçerek, tapınaktan bile ayrı tutulan dua evine ilerlemeye devam etti. Küçük bir evdi. Gün boyu tütsüler yanıyordu ve tavandan bir dolu tül iniyordu. Sessizdi. Issızdı. Ama güneş batana kadar korkusuzca idare edebilirdi. Karanlıktan hoşlanmıyordu. Sanki karanlıkta onu yakalamak için çaba sarf eden şeytanlar vardı. Rahibe çocukken kendisine hayaletler, cinler ve insani görünümlü yaratıklar hakkında bir dolu hikaye anlatmıştı. Hepsine inanıyordu. Tüllerin arasından geçti ve bir dolu tütsü ve mumun yandığı sütuna ilerledi. Diz çöktü ve tütsülerden birini alıp, küçük beyaz bir mum yaktı. Tütsünün kokusunu içine çekti ve yerine yerleştirdi. İnce parmaklarını birbirlerine geçirdi ve alnına yaslayarak dua etmeye başladı. "Buradan.. Çıkmak istiyorum. Dünyayı görmek. Birçok insan buraya geliyor ve kolayca gidebiliyor. Ama ben çıkamıyorum. Sadece ormana gidebiliyorum ama orası dünya değil. Tam olarak. Ben... Gökyüzüne uzanan binaları, gürültülü arabaları merak ediyorum. Bir de... Aşık olmak istiyorum. Ama... Dışarıdan gelen. Tapınağa ait olmayan birine. Lütfen. Lütfen. Lütfen." Ve o anda. Köprüde ilerleyen gıcırtılı sesleri duydu. Rahibenin kendisini kontrol etmek için geldiğini düşünüyordu. Ama ses. Tanımadığı bir erkek sesiydi. Gözlerini kısarak omzundan geriye döndü ve hızla ayaklanıp kapıya doğru yaklaştı. Kayarcasına aralığa süzüldü ve gözlerini dışarıya dikti.
Cha Tae Woong- Arts and Cultural M. | III. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 10
Kayıt tarihi : 13/04/13
- Post n°2
Geri: Ghost In White Dress
Tozlu arazide araba hopluyordu. Gözlerini kapattı ve arkasına yaslandı. "Büyükbaba! Ben Hristiyanım. Niye kabile dinlerinden birinin tapınağına zorla götürülüyorum?! SAÇMA!" isyanları vol1202. Annesi hristiyan babası ise bu tapınağa sahiplik yapan kabile dinlerinden birine mensuptu. Ama şimdi ne annesi ne de babası hayattaydı. Bir büyükbabası ve halası vardı. Bu güzel sonbahar hafta sonunu ise onu bu tapınağa zorla sürükleyerek Tae Woong'ın burnundan getirmeye niyetlilerdi. Amaçları babasının mensup olduğu dini torununa tanıtmaktı, çünkü onun hristiyan olmasını pek istemiyorlardı. Cebinden telefonunu çıkardı ve çekim alanına baktı. Az çekiyor, elleriyle saçlarını karıştırdı ve ayaklarını arabanın yerine vururken "Aish! Dede burada telefon çekmiyor? Ne batıl inançlara doğru sürüklüyorsunuz beni?!" dudağını sarkıttı ve başını koltuğun baş kısmına vurdu iki kez. Önde arabayı kullanan halası cıvıldayan sesiyle "Ahh Woongie! Halacığına gülümse. Bak çok güzel bir gün olacak. Tapınakta çok eğleceksin. Hem kültür okuyorsun sen, buraları bilmek senin için büyük bir fayda." dedi. Başını olumsuz anlamda sallarken doğruldu. Arabanın arka koltuğunda tek başına oturuyordu ve kaçış planlarını yapmak için çok geç kalmıştı. Dedesi önde Woong'a göre manita koltuğunda oturuyordu ve halası da arabayı sürüyordu. Araba sonunda durduğunda halası dedesinin koluna girdi ve dedesi de Tae Woong'a koluna girmesi için kolunu uzattı. Genç adam omuzlarını silkti ve ellerini cebine sokup onları geride bırakarak tapınağa doğru ilerledi. Büktüğü alt dudağıyla istenmediği bir yere zorla götürülen bir çocuk gibiydi ki öyleydi zaten. Yirmi bir yaşındayım. Reşitliğimi geçeli çok oldu ama hala başımdakilerden kurtulamadım. Tanrıya şükür onlarla aynı evde değilim. Daha üç hafta önce bir spor salonunun çatı-teras katındaki minik bir daireye taşınmıştı. Neredeyse halası her gün kendisini ziyaret etse de -dedesinin talimatıyla- yine de kendine ait bir yerdi. Hem okuluna yakındı. Özgür olmayı seviyordu Tae Woong. Tapınağa girmeden taş yola girdi ve ilerideki büyük ihtimalle dua etmek için ayrılmış dua evine doğru ilerledi. Köprüye doğru geldiğinde cebindeki telefonu çıkardı ve ekranı yukarı kaldırıp çekim alanı bulmaya başladı. "Çocuklara haber vermeliyim, kurtarmalılar beni buradan."
En son Cha Tae Woong tarafından C.tesi Nis. 13, 2013 6:00 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Hwang Mi Ho- Jongmyo Tapınağı | Rahibe
- Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 23/03/13
- Post n°3
Geri: Ghost In White Dress
Dudaklarını oynattı ve aralık kapıdan genç adamı izlemeye devam etti. Rahiplerden veya kendisi gibi çaylaklardan değildi. Hem üzerinde dua etmek için gelen o insanların kıyafetlerinden vardı. Beyaz elbisesini çekiştirdi. Aylar önce tapınağı ziyaret eden bir kız bu elbiseyi ona vermişti. İnce parmakları ile kapıyı kavradı ve gözleri ile adamı izlemeye devam etti. "Hooooo.. Sen kimsin?" Beklenti dolu bir şekilde bakmayı sürdürdü. Cevap vermesini beklemişti ama hiç tepki yoktu. Hatta adam kaskatı kalmış gibiydi. Alnını kırıştırarak baktı ve kapıdan başını uzattı. Kendisine arkası dönüktü. "Sen.. Beni duymuy-" demesine kalmadan adam köprü boyunca koşmaya başladı. Arkasından şaşkın bir bakışla öylece kalakaldı. Kafasını yana yatırdı ve soru işaretleri ile ormana doğru koşan adamı izlemeyi sürdürdü. Ve. Ormana gittiğini gerçekten fark etti. Gözlerini büyüdü ve olduğu yerde tepindi. "ORMANA GİDİYOR! DOMUZLAR!" İnce bir çığlık koyverdi ve kapının aralığından süzülüp kendisi de ormana doğru koşmaya başladı. Baş Rahibe beni öldürecek ama.. İnsanları korumak görevimiz. Ormana gidiyor. Yaban domuzları cirit atıyordur. Onu korumak bir rahibenin görevi. Kendinden emin bir şekilde koşmaya devam etti. Onu durdurabilmeyi umut etmişti ama şimdiden gözden kaybolmuştu. Ormanın çoğunluğu halen yeşil rengini koruyordu. Çalılıkların arasına girdi ve ağaçların etrafından adamı görmeyi umut ederek bakmaya başladı. Ama görünürde yoktu. Çığlık veya bir domuzun gürültüsünü duyması bekledi bir süre ama o da yoktu. Sadece kuşların sesini duyuyordu. Omzundan geriye dua evine baktı. Geriye dönemezdi. Ormanı avucunun içi gibi biliyordu. Onu bulacaktı. Sonra... Dua evine dönecekti. Baş Rahibenin bir kez daha kendisine bağırmasını istemiyordu. Yutkundu ve birkaç adım atarak ormanın içine girdi. Dudağının kenarını ısırdı. Umarım güneş batmadan önce onu bulurum.
Cha Tae Woong- Arts and Cultural M. | III. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 10
Kayıt tarihi : 13/04/13
- Post n°4
Geri: Ghost In White Dress
Dua evinin içinden gelen kadın sesiyle öylece donakaldı. Biri benimle konuşuyor... Tapınağın içinden ses geliyorrrr! Yüce İsa! Bütün korkularını toparladı ve düşünmeyi bırakıp gücünü bacaklarına verdi. Bilmediği bir yere doğru koşuyordu, biran önce bu korkunç yerden kurtulmalıydı. Ayak bilekleri zayıftı Tae Woong'ın. Ne zaman koşsa düşerdi. Bu yüzden koşuda o kadar da iyi değildi. Ama sporu severim, koşu hariç. Böyle anlarda saçma düşüncelerini bir türlü bırakamaması da saçma huylarından biriydi. Birde sürekli saçma kelimesini kullanması. "Çok korkuyoruuuum. Jesus! Please! Bana yardım elini uzat. Buraya gelmem bile saçmayken, böyle bir yerde kaçmam!! Dedeeaağ! Halaaaağ!" Arkasına bakmadan koşuyordu. Sonunda olması gereken olmuş ve ince-güçsüz ayak bileği onun dengesini bozmuş ve yere düşürmüştü. Birde yere düşmesi bir yana yuvarlanıyordu, aynen nereye gittiğini bilmeden koşması gibi. Hangi saçmalığa yuvarlandığını bilmeden duramıyordu ve yuvarlanıyordu. Bir kere olsun şans Tae Woong'a gülümsemeyecekti anlaşılan, özellikle bugün.
Hwang Mi Ho- Jongmyo Tapınağı | Rahibe
- Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 23/03/13
- Post n°5
Geri: Ghost In White Dress
Sırtını kabuklu ağaca yasladı ve sakince nefes alıp vermeye çalıştı. Başını ağaca yasladı ve gökyüzünü kaplayan yeşil deryaya baktı. Ağaçlar. Ağaçlar fazla parlak gelmeye başlamıştı. Gözlerini sıkıca kapattı ve ona kadar saymaya başladı. 1...2...3...4...5...6...7...8...9...10. Derin bir nefes aldı. Şimdi daha iyi hissettiği söylenebilirdi. Diklendi ve etrafına 360 derece dönerek tüm ormana baktı. Duruma uygun bir şarkı bile mırıldanmaya başlamıştı. Aslında şarkı yerine mani demek daha doğru olurdu. "Diğer dünyadan gelen adam. Ormana kaçtı. Ama şimdi nerede?.. Onu bulmalı. Büyük domuz gelmeden, onu bulmalı." Kulaklarını kabartarak dinlemeye devam etti. Ağaçların arasından hızla koşmaya başladı. Adama nasıl seslenmesi gerektiğini de bilmiyordu. Neredeyse aşağı yuvarlanacakken duraksadı. Uzun siyah saçlarını göğsüne bastırdı, pörtlek bakışları ve birbirlerine bastırdığı ince dudakları ile yokuştan aşağıya baktı. Ve. Mavi bir gömleği akarsunun yanında ki kayalık kısımda fark etti. İki elini de dudaklarına bastırdı ve yokuş aşağı inmeye başladı. Kaya kaya. Hatta pop üstü düşmüştü bir kere de. Sonunda düz zemine ulaştığında ayakları soğuk akarsunun zeminindeydi. Dişlerini sıkarak ilerledi ve mavi gömlekli adamın yanına eğildi. Küçük çakılların arasında sırt üstü baygındı. İşaret parmağı ile adamı omzundan dürttü. "Öldün mü?" Birkaç kez daha omzunu dürttü. Adama daha da yaklaşıp dizlerini kırarak oturdu. Yüzüne doğru eğildi. "Aigoo. Çok tatlı. Ölmesi yazık oldu." Dudaklarını aşağı sarkıttı ve adamın inip kalkan göğsünü fark etti. "Nefes alıyor. O ZAMAN ÖLMEDİ!" Adamı kollarından çekerek kaldırdı ve yavaşça ayağa kalkarak adamın vücudunu çekti. Ardından bir kolunu adama doladı diğer kolu ile de adamın boşta kalan elini boynundan sarkıtarak sıkıca tutup sürüklemeye başladı. Akarsu yolundan çıkıp yeniden toprak zemine geldiklerinde adamı yere yatırdı ve ayaklarında ki ince ayakkabıları çıkarıp ayaklarını ovalamaya başladı. Ayakları buz kesmişti. Adamın huzursuzca ses çıkardığını fark ettiğinde ayaklarını ovalamayı bıraktı ve bir kez daha yüzüne doğru eğildi. Hızla geri çekildi ve dizlerini kendisine çekip gözlerini bile kırpmadan uyanışını izledi. Ve kendisine yönelen korku dolu bakışlar, acıyla yüzünü buruşturma eşliğinde ayağa kalkış ve yakında ki en yakın ağaca doğru çıkma girişimi. Ne yapmaya çalıştığını merak ederek adamı izledi ve ayağa kalktı. İstemsizce yüzünde bir tebessüm oluştu. "O ağacın tepesinde ne yapacaksın? O dal seni taşımaz."
Cha Tae Woong- Arts and Cultural M. | III. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 10
Kayıt tarihi : 13/04/13
- Post n°6
Geri: Ghost In White Dress
Sırtına batan sert taşlar yüzünden kalkmak istiyordu ama su sanki onu yere yapıştırmış kalkmasına izin vermiyordu. Sonbaharın ılıklığı suya etki etmemişti, su buz gibiydi. Üşüyordu. Belki de artık ailesinin yanına gitme vakti gelmişti. Yirmi bir yıllık bir hayat yaşayacaktı ve İsa'ya, anne ve babasına kavuşacaktı. Kutsal Ruh, canımın acımasına izin verme. Yutkunmaya çalışıyordu ama başarımıyordu, gözlerini açamıyordu. Ama kendisine yaklaşan, dürten herşeyi hissedebiliyordu. Sanki ruhu çıkmış ta uzaktan kendisini dinliyordu. Ses var, görüntü yok. Vücudunun sürüklenişi... Canını o kadar çok yakıyordu ki ama söylenemiyordu. beni rahat bırak hayalet. Saçmalık bütün bunları yaşamam. Sonunda gözlerini yavaşça açabildiğinde gözleriyle hemen dibindeki kızı gördü. Koooorkunnç hayaalettt! Büütn gücünü tekrardan topladı ve ayağa kalktı. Bu sefer kaçsa bile bu hayaletin onu tekrardan yakalayacağını bildiği ve birazda yuvarlamaktan korkutuğu için en yakın ağaca tırmandı. Tırmanta normaldi, ne çok iyi ne de kötü. Dallar ıslak gömleğine takılsa da iyi bir yere oturdu ve aşağıdan ona seslenen canlı görünümlü hayalete baktı. Şeffaf değildi, başını yana eğdi. "Hayaletler şeffaf olmaz mıydı yea?!" diye söylendi. Kızın eliyle kendisine aşağı inmesi hareketiyle korktu ve üzerinde haç işareti yaptı.
Hwang Mi Ho- Jongmyo Tapınağı | Rahibe
- Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 23/03/13
- Post n°7
Geri: Ghost In White Dress
"Hayalet yok burada. Geceleri ortaya çıkıyorlar." Etrafına göz attı. Aşağıda kendisinden başka kimse yoktu. "Aşağıya in. Zaten yuvarlandın iyi olup olmadığını bilmem gerekiyor." Elini salladı ve inmesini birkaç kez daha söyledi. Ama adam ona şüpheli gözler ile bakıyordu. Kaşlarını çattı ve dudaklarını aşağıya doğru sarkıttı. Beyaz elbisesi... Siyah saçları... Aniden ortaya çıkması. O da beni diğerleri gibi hayalet sandı. "Hayalet derken beni mi kastettin? Ben hayalet değilim." Başını sağa sola hızlıca salladı. Ama genç adam kendisine inanmış gibi değildi. Tebessüm etti ve yeniden başını ağacın tepesine kaldırdı. Bir süre adama baktı. "Bende senin kadar gerçeğim işte. Hem sana yardım ettim. Neden böyle davranıyorsun?" Üzgün bir şekilde gözlerini aşağıya indirdi ve yanaklarını şişirdi. Yumruk yaptığı elini yavaşça şişkin yanağına bir kaç kez vurdu, ayağının altında ki toprakla oynadı. Toprak nemliydi. Ayakkabılarını giymemişti o telaşla. Ağaça doğru elini salladı ve adama baktı. "Benim dua evine dönmem gerekiyor. Hoşçakal." Çalılıkların arasında bıraktığı ince ayakkabılarını giydi ve elbisesinde ki toprağı silkeledikten sonra ağaçların arasına yöneldi. İyi olduğuna göre tamamdır. Hem ağacın üstünde. Yardım ettim ona ama o istemedi. O akarsuda kalsaydı domuzlar yerdi onu çiğ çiğ. Sıkkın bir tavırla duraksadı ve ayaklarının üzerinde gerisin geriye döndü. Bir ağacın arkasından kafasını uzattı ve mahcup bir şekilde baktı. "Tapınağa dönüyorum. Ormanda yolunu bulamazsın. Neden gelmiyorsun? Korkma. Gerçekten hayalet değilim. Ben rahibeyim. Çaylak... Rahibe."
Cha Tae Woong- Arts and Cultural M. | III. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 10
Kayıt tarihi : 13/04/13
- Post n°8
Geri: Ghost In White Dress
Hayalet diye korktuğu kızın -tamam hayalet olmadığına birazcık inanmıştı- yavaşça uzaklaşmasıyla bu seferde başka bir korku sardı Woong'ı. YALNIZLIK korkusu. Koca ormanda yabani hayvanlarla tek kalma korkusu. Cebinde telefonunu aradı, en iyisi büyükbabasını ya da halasını aramaktı. O bu ağaçtan inmeye ancak gelirse ikna olabilirdi. Zaten kız gitmişti. Tek başına asla yolu bulamazdı. Telefonunu arıyordu ama bir türlü bulamıyordu, bir eliyle düşmemek için iyice ince dala tutunurken bir yandan da tek eliyle telefonu bulmaya çalışıyordu. Büüyk ihtimalle yuvarlanırken elinden düşürmüştü. Dalın çıtırmada seslerini duyunca "Lanet olsun! Hem telefonumu kaybettim hemde bu ormanlarda yabani hayvanlara yem olacağım!"dedi. Kızın son seslenişlerini duyduğunda yavaşça, umutsuzca, üzgünce ve daha nice olumsuz duygu yüklü şekilde ağaçtan atladı. Üzerini temizledi, ıslak olan üzerini ne kadar temizleyebilirse. Doğruldu ve derin bir nefes çekip korkak adımlarla ağacın arkasındaki kıza yaklaştı. "Saçma dine inana... Her neyse. Kültürlü ve anlayışlı bir insanım ben. Şimdi." kızın önüne geldi ve tüm cesaretini toplayıp "Beni tapınağa geri götürür müsün? Beni bekleyen insanlar var." dedi yavaşça. Sanki deli birine bir laf anlatmaya çalışır gibi, yavaş yavaaş.
Hwang Mi Ho- Jongmyo Tapınağı | Rahibe
- Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 23/03/13
- Post n°9
Geri: Ghost In White Dress
Yüzüne yayılan geniş bir gülümseme ile genç adama baktı. Sonunda duam kabul edildi. Bana dışarıdan gelen bu adam geldi. Beni buradan dışarıya götürecek. Dışarıya. Sonunda. Kendi kendisine gülümsemeye devam etti ardından adamın bakışlarını fark edince dudaklarını ısırdı ve başını yukarı aşağı salladı. "İyi hissediyor musun? Yuvarlandın akarsuya kadar. Bir yerin falan acıyor mu? Tapınakta yardım ederiz." Elleri ile adamın kollarını, yüzünü, boynunu yokladı. Ardından çevresinde dönerek sırtında gezdirdi ellerini. Adam geri çekilince bir an kala kaldı. Sonra yeniden adama doğru ilerledi ve tişörtünü çekip elini tişörtün içine soktu ve karını, göğüslerini yokladı. Yoklamaya çalıştı ama. Adam ani bir şekilde geri çekildi. "Seni rahatsız ettiysem özür dilerim. Ama yaralı olup olmadığını kontrol etmem gerekiyordu. Güneşin batmasına fazla zaman kalmadı." Elini adama doğru uzattı. Dudaklarını ve burnunu oynatarak bekledi ama adam tepkisiz ona bakıyordu. Dudaklarını birbirlerine bastırdı ve gözlerini yere indirdi. Ayağının ucu ile toprağı eşeledi. "Karanlık çökecek ve ormanda kaybolmanı istemem. Ya da bir kez daha yamaçtan yuvarlanmanı. Elimi tutarsan yolu daha kolay gösteririm. Tapınağa gideceğiz. Söz veriyorum. Rahibe sözü." Bakışlarını kaldırdı ve beklenti dolu bir şekilde baktı. O daha bunun farkında değil ama benim için geldi. O bana ait. Onu asla bırakmayacağım.
Cha Tae Woong- Arts and Cultural M. | III. Sınıf
- Mesaj Sayısı : 10
Kayıt tarihi : 13/04/13
- Post n°10
Geri: Ghost In White Dress
Kızın elleri kendi vücudunda gezerken hem korkuyor, hem de heyecanlanıyordu. Kıpırdamamaya çalışıyordu ama olmuyordu sürekli oynuyordu. Sonunda kızın elinin kendisine doğru uzatışı ve güven verici sözleri... Bakışlarıyla baştan aşağı güvenilir biri mi ayarıyla kızı süzdü. Hafif dağılmış siyah saçları, beyaz elbisesi ve ıslak toprakla bütünleşmiş ince ayakkabılar içerisinde ki küçük ayakları. Kesinlikle dışarıdan güvenilir biri değildi ama Woong'ın başka şansı yoktu. Alt dudağını sarkıtıp havayı üfledi ve alnına yapışan kahkülünü geri itti. Elini kıza uzattı ve kızın sıkıca eline kenetlenmesini izledi. Jesus! Beni koruyacağını biliyorum. Kızın peşinden biraz hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Hava çok çabuk kararmaya başlayacak gibiydi. Sonbaharın gelmesiyle saatler hızlanmış gibiydi, gündüz azalmış ve böyle yerlerde çok korkunç olan gece çoğalmıştı. Şuan da tek duası bu kızın veya vahşi bir hayvanın kendisini yemeden sağ salim arabalarına kavuşup biran önce evine gitmekti. Büyük ihtimalle bu gece halasıyla bile uyuyabilirdi. Çok korkmuştu ve hayaletler basmasından daha kötü bir şey olamazdı ona göre.
Hwang Mi Ho- Jongmyo Tapınağı | Rahibe
- Mesaj Sayısı : 11
Kayıt tarihi : 23/03/13
- Post n°11
Geri: Ghost In White Dress
O kadar mutlu ve özgür hissediyordu ki içi içine sığmıyordu. Elini sıkıca kenetlemişti genç adamın eline. Asla bırakmayacaktı. Teknik olarak bırakmak zorunda kalacaktı ama halen bunu farkında değildi. Tam olarak. Hava kararmaya başlamıştı. Bu kendisinde de tedirginlik yaratıyordu ama cesur olacaktı ve onu koruyacaktı. Koruması gerekiyordu. Kendisine yakın yürümesini sağlamak için arada elini çekiyordu ve omzundan geriye ona bakıyordu. Benden halen korkuyor gibi. Of. Ama o da elbet benden korkmayacak. Bana bağlanacak. Birlikte tapınağın dışında yaşayacağız. Dua edenlerin anlattığı gibi evimiz olacak. Baş Rahibenin kuralları olmayacak. Ve.. Et yiyeceğim. Et yemek istiyorum. Rahibelerin et yemesi neden yasak ki? Buraya gelen kadınlar hep et yiyor. Adak için et getiriyor ama.. Et yiyemiyoruz. Elinin gerilmesi ile hızla geriye döndü. Genç adam yere çömelmiş, hızla nefes alıp veriyordu. Hızla yanına doğru eğildi. İyi misin? Sırtımda taşıyabilirim seni." Sırtını gösterdi. Fazla tedirgin olduğu yüzünden okunuyordu. Sırtına çıkmayacağını anlamıştı. Telkin edercesine kolunu kavradı ve kaldırmaya çalıştı. "Çok az kaldı. Biraz daha dayan. Rahibeler sana bakar. Yemekte yersin. Sonra... Kendi dünyana.. Dönersin." Ayağa kalktı ve bu kez kolunu sıkıca kavrayarak ilerlemeye devam ettiler. O dünyaya bende geleceğim. Seninle beraber. Buda duamı kabul etti. Genç adamın kendisine yaslanmasına izin vererek ilerlemeye devam ettiler. Sonunda patika yol karşılarına çıktığında rahat bir nefes aldı. Fazla kalmamıştı. Yolun sonunda tapınak merkezi vardı.
Queen of Korea- GM | Queen Of Korea
- Mesaj Sayısı : 80
Kayıt tarihi : 24/02/13
- Post n°12
Geri: Ghost In White Dress
K İ L İ T.